main-banner







(“Şairi renklerle okumak” adıyla, Başka dergisinde yayınlandı, S:4, Ekim 2008) Ne Cihat Burak ne de “Şairin Ölümü” “tarihe ait” olmayacaktır. Tarihe geçmekte ve oradan bize çıkagelmektedir. İşte bu yüzden Cihat Burak’ın sanatı işlevseldir.
Cihat Burak’ın “Şairin Ölümü” adlı triptik tablosu, ilk kez 1968 Kasım’ında Taksim Sanat Galerisi’nde sergilenir.(1) “Nazım Triptiği” diye de bilinen bu resimde Cihat Burak, beş yıl önceki ölümünden kısa bir süre önce tanımış olduğu Nazım Hikmet’in simgesel ölüm sahnesi odağında ülkesinin düşünce, ifade, özgürlük, baskı ve şiddetle yaşadığı serüveni sahnelemektedir. Ressam, triptiğin anlatı akışı içinde, şair Nazım Hikmet’in düşünce suçuyla hapiste tecrit edildiği 1938’den, yazar Şadi Alkılıç’ın (2) düşünce suçuyla mahkûm olduğu 1968’e Türkiye’de özgürlükten yana bir değişimin olmadığını ortaya koyar. İroni bu ya, bugün 1 Mayıs 2008. [1 Mayıs 2009'da da farklı olmadı...] Dışarıda gaz bombaları patlıyor. İnsanlar hala düşünce suçuyla hapsi boyluyor. Yani ressam resmini 40 yıl önce değil bugün de yapmış olabilirdi! 70 yıl sonra sahne de aynı, oyun da… Ama şairin ölümü boşuna değil. Bu resmin bizi bugün bu kadar etkilemesinin bir nedeni de bu ve bu “sanat dışı” bir neden değil. Bu topraklarda özgürlük mücadelesi bir türlü “tarih” olmadığı gibi, bu resim de bir türlü “sanat tarihi”ne kapatılamıyor! (3) Bu, “işlevsel” bir resim.
Cihat Burak’ı naiflikle niteleyen çok olmuştur, onu “gerçeküstü” bulan da. Ama “yalnızca çocuklar, deliler ve ilkeller için görülebilir olan ara-dünyalar”ı (4) resmeden Paul Klee ne kadar naifse o da o kadar naiftir; insanların ve figürlerin içini yüzüne vuran Max Beckmann ne kadar gerçeküstüyse o da o kadar gerçeküstü… Cihat Burak resimleri oldukça karanlıktır, ama renkler karanlığın içinde patlar. Cihat Burak resimleri gerçekçidir, ama gerçeklik figürler arasındaki duyusal ilişkide hayat bulur. “Şairin Ölümü”, sürenin, akışın ve duyuların kristalleştiği bu gerçekliğin kesintisiz bir anını ifade eder.
Burak’ın “triptik” formatını kullanması boşuna değildir. Bizans ya da Kelt sunak triptiklerinden Memling ve Bosch gibi Rönesans ressamlarına, oradan da Beckmann ya da Bacon gibi modernlere, triptik formatı sunduğu anlatı ekonomisi ile sanatın işlevsel hakikatini arayanların tercihi olmuştur. Triptik size eşlik eder, taşınabilir, hareketli bir “sahne”dir. Sizi kuşatır. Üç katmanlı akışı içinde anlatısını yeniden ve yeniden canlandırır. Sizi “içine alır”. Triptik, tipik işlevsel sanattır. Duvara ihtiyaç duymaz, ayakta durur…
Burhan Uygur ile birlikte Cihat Burak Türk resminde triptik formatını en iyi kullanan sanatçılardandır. “Şairin Ölümü” bunların en güçlüsüdür. Bu resimde triptik formatının akışı bir Diego Rivera duvar resminin boyutla büyüyen anlatı gücüne erişir. Bu güç işlevseldir. Triptik taşınabilirliği, duvar resmi ise sabitliği ile hep göz önündedir. Kamusaldır. Özel mülkiyetin duvarları üzerindeki eğretiliğe gönül indirmez.
Triptik aynı zamanda anlatı akışı bakımından edebiyattaki “üçleme”ye de yakın durur. Üçlemenin gücü kenarların hep merkeze dönerek onu koyultması ve ondan beslenerek anlatıyı katmanlaştırmasında yatar.
“Şairin Ölümü”nün merkezinde şairin ölümü vardır elbette. Ölüm sokakta, parke taşlarının üzerinde, taşların derz aralarında akan kandadır. Taşların bir kısmı sökülmüş, birer mücadele silahı olarak hazır durmaktadır. 68 Mayıs’ının simgesi parke taşları, şairin ölümünü “protokolden”, yaldızlı koltuklarından izleyen “ölümün muktedirlerine” doğru fırlayabilir her an. Taşları harekete geçirebilecek gizilgüç, şairin çıplak göğsünden fışkıran çiçeklerin gölgesinde “cilveleşen” beyaz güvercinlerin temsil ettiği yaşamda saklıdır. Bu güç şairin elindeki ak sayfada vücut bulan memleket hasretiyle beslenir. Bu güç tükenmez.
Triptiğin sol tablosu düşünce ve baskı arasındaki tersine ilişkiyi resmeder. Nazım’ın 1938’de Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevi’nde yazdığı “Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları”nın ünlü satırları, yine şairin yaptığı “parmaklıklı pencere önündeki saksıda tek bir çiçek” resminin tıpkısı üzerinde akar. Karyola, yazı masası, kucağında bir Van kedisinin yoldaşlığı, ayakları beyaz güvercinlere ermiş şair, baskıya gelmeyen düşüncenin can çiçeği alnında açmış… “68′lerin tohumlarını taşıyan, 38′lerin patlayacakmışçasına büyük ve oransız resmedilmiş kafası – yazacakları, düşünceleri ile dolu alnına resmedilen çiçek; orta panodaki görkemli çiçek patlaması ile hemen ilişkilendirilebilmektedir…” (5) Şair tecrittedir ama düşünceleri çiçek açar.
Sağ tabloda aynı parmaklıklı pencere önündeki aynı tek çiçeği bu kez 1968’de hapsedilen Şadi Alkılıç’ın ardında görürüz. Alkılıç parmaklıklardan taşar gibidir, zor zapt edilir. Sol tabloda tecrit varsa, sağ tabloda da hayat vardır. Öncelikle Nazım’ın hayatı: Babıâli baskınında öldürülen dedesi, kucağında çocuk Nazım’la ressam annesi, arkadaşı Vâla Nurettin, yeni yetmeliği, gençliği, sevgilileri… Sokak: henüz sökülmemiş, kanla ıslanmamış, 68 yürüyüşçülerinin adımlarını yankılayan parke taşları… Ve hep beyaz güvercinlerin tutkuyla titreşen kanatları. Bu, yukarıdaki protokol koltuğundaki seyircilerden birini pabuçlarını bırakıp kaçırtacak kadar güçlü bir hayattır. Ama biliriz ki, hayat oradaysa şiddet de oradadır. Nitekim askerlerin, süngülerin siluetleri belli belirsiz seçilir. Bu mücadelenin resmidir.
Nazım triptiği “duyusal”dır. Duyuların gücüyle donanmıştır. Zaman, sürenin kesintisiz akışında yoğunlaşarak üst üste binmiştir. Bu resim, yapısı itibarıyla “anakronik”tir. Hem 1938’de, hem 1968’de, hem de 2008’de “geçer”. Çünkü bir “ara-zaman”da akmaktadır. Anlatısı da akışın “ara-dünyası” hakkındadır. Zamanı tarih olmaktan çıkarıp süreye dönüştüren, anı kesintisiz kılan bir akışı resmeder. Düşüncenin baskıya gelmemesinin, şiddetle bastırılamamasının nedeni de akmasıdır. Düşünce zamanın, engellerin, duvarların, parmaklıkların, taşların, vücutların “arasından” akar. Düşünce zihinden zihne akar ve vücutları birleştirip harekete geçirir. Onları sokağa çıkarır. Bu dün de olmuştur, bugün de olmaktadır, yarın da olacaktır. Çünkü düşünce “oluş”tur.
Ne Cihat Burak ne de “Şairin Ölümü” “tarihe ait” olmayacaktır. Tarihe geçmekte ve oradan bize çıkagelmektedir. İşte bu yüzden Cihat Burak’ın sanatı işlevseldir. Parke taşlarındaki ölümün kızılında, bir kedinin yumuşaklığında, göğsüne para takılmış politikacının ruhsuzluğunda ya da Lautreamont’un asılı bedeninin katılığında hep aynı duyusal işlevselliğe sahiptir. Sanat “işe yaramalıdır”… Yoksa nasıl “hayatta kalabilir” ki?
Sanat bizi hayata kışkırtmalıdır. Çünkü sanat nakaratın gücüne sahiptir. Hatırlanır ve tekrarlanır. Enderdir…
“Bugün pazar,
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…”Nazım Hikmet, “Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları”ndan
NOTLAR
(1) “Şairin Ölümü”, son olarak İstanbul Modern’de Levent Çalıkoğlu küratörlüğünde 13 Aralık 2007 – 23 Mart 2008 tarihleri arasında gerçekleştirilen Cihat Burak Retrospektif Sergisi kapsamında sergilendi. Resim halen İstanbul Modern koleksiyonunda bulunuyor.
(2) Lütfullah Şadi Alkılıç, 1963 yılında Cumhuriyet gazetesinin açtığı bir yarışmada yazdığı “Türkiye’nin tek kurtuluş yolu sosyalizmdir” başlıklı yazı nedeniyle soruşturma geçirmiş, komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile tutuklanıp yargılanmış, 6 yıl 3 ay ağır hapis cezası almıştır. 1968 de kesinleşen karar üzerine hapse konmuştur.
(3) Burada Haşim Nur Gürel’in resmi 30. yıldönümünde okuduğu yazısını anmadan geçmek olmaz: “’Şairin Ölümü’ veya Son 60 Yılın Eleştirisi”(1 Mayıs 2008’de erişildi). Gürel, “Düşünce özgürlüğü konusundaki temel yaklaşımların hala pek değişmediği 1998 yılında, 1938 tarihli “Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları”nın yazılışının 60. yıldönümünde, “Şairin Ölümü” resminin gerçekleştirilişinin ve 68 olaylarının 30. yıldönümünde Nazim Hikmet Ran’ı ve Cihat Burak’ı birlikte saygı ile anmak, genç kuşaklara Türk Resminin bu tartışılmaz başyapıtını tanıtmak, yirminci yüzyıl sonunun “hava cıva yapıtlarına” hadlerini bildirmek bu yazının hedefleri arasındadır” diyordu. On yıl sonra aynı resmi tekrar okurken benim amacım da pek farklı sayılmaz.
(4) Paul Klee’den aktaran: Gilles Deleuze ve Félix Guattari, L’Anti-Oedipe, Minuit, 1972, sf. 289-290
(5) Haşim Nur Gürel, “’Şairin Ölümü’ veya Son 60 Yılın Eleştirisi”, agy