main-banner
[RH+ artmagazine, S: 66, Aralık 2009, sf. 50 – 51)
Yaratıclık, kültür, ekonomi ve teknoloji arasında, deyim yerindeyse bir tür “yakınsama” (convergence) yaşanıyor. Bunlar arasında, ağ etkisiyle ve küreselleşme dinamikleriyle çok katmanlı bir arayüz oluşuyor. Bilginin en önemli ekonomik girdi haline geldiği günümüzde, entelektüel sermaye, yaratıclık dinamiği olarak ekonominin itici gücü haline gelmiş olan teknolojik inovasyon, ağ ekonomisi ve sınır aşan kültürel etkileşim, hep birlikte bir değerler evreni kuruyor. Bu değerler ağ üzerinde hareket ediyor ve kentlerde üretiliyor.
“Kültür” ve “ekonomi” arasında çok eski bir ilişki vardır. İkisi de yolculuk yapar, ikisi de kentlerde konaklar. Ekonomik ve kültürel alışveriş coğrafyaları birbirine yakınlaştıran, insanları birbirine bağlayan en önemli iki güçtür. Yolların kesiştiği yerlerde, dört yol ağızlarında kurulur çarşılar, agora’lar oradadır, kentler orada inşa edilir. Bu tarih boyunca da böyle olmuş, bugün de böyle. İnsanlar, toplumlar, ülkeler birbirleriyle ekonomik ve kültürel alışverişe girdikçe buradan zenginlik doğmuş. Bugünün küresel ekonomisi tamamen bu alışverişin kurumsallaşmasına ve yeni teknolojiler, imkânlar ve donatılarla genişlemesine dayanıyor.
Kültür ve ekonomi arasında aynı zamanda sorunlu bir ilişki de vardır. Ama bu sorun aslında bir algı sorunudur. Ekonomi devreye girdiğinde kültürün değersizleşeceğine inanılır. Oysa kültür zaten bir ekonomidir. Ekonomi de ancak kültürel zenginliğin olduğu yerde gelişir. Kültürün aynı zamanda bir ekonomi olması onun değerini düşürmüyor. Tam tersine kültürlerin ekonomik değerleri onların iletişim değerlerini ve etki alanlarını artırıyor. Kültür ekonomisi ve alışverişiyle kendi değerlerinizi de dünyaya açıyor ve her ülkeden insanı etkiliyor, kendinize yakınlaştırıyorsunuz.
Elbette bu durum, iki alan arasındaki ilişkinin dikkatli bir şekilde yönetilmesinin gerekliliğini ortadan kaldırmıyor. Bu biraz ekonomide adil rekabet koşullarının oluşturulmasının gerekliliğine benziyor. Her şeyi kısa vadeli çıkarlara bağladığınızda sürdürülemez bir tekelcilik ortamı yarattığınız gibi, en çok alınıp satılan kültürlerin tahakkümüne izin vermek kültürel zenginliği ve çeşitliliği yaralıyor. Bu yüzden gerek ülkeler gerekse uluslararası kuruluşlar ve Avrupa Birliği gibi ağ-devletler “kültür politikaları” geliştiriyor.
Kültür politikalaları giderek ekonomi politikalalarıyla etkileşim içerisinde geliştirilmeye başlandı. Çünkü küreselleşme ve bağlantılı olma, ağ etkisi gibi iki önemli dinamik, kültür ve ekonomi arasındaki ilişkiyi çok boyutlu bir değerler alanı haline getirdi. Yaklaşık elli yıldır, giderek büyüyen ve bugün artık ciddi bir katma değer kaynağı haline gelmiş bulunan “kültür endüstrileri” ile yaşıyoruz.
Kültür Endüstrileri, bu konuda ilk çalışmalardan birini yapan İngiltere Kültür, Medya ve Spor Bakanlığı’nın (DCMS) sınıflandırmasına göre şu alanlardan oluşuyor: Reklamcılık, Mimarlık, Sanat ve Antika Pazarları, El Sanatları, Tasarım, Moda, Film ve Video, Etkileşimli Boşzaman Yazılımı (Oyun Sektörü), Müzik, Gösteri Sanatları, Yayıncılık, Yazılım ve Bilgisayar Hizmetleri, Televizyon ve Radyo… Son on yıldır bu “geleneksel” endüstrilere, bilgi ve iletişim teknolojilerine, özellikle de mobil iletişime bağlı hizmetler, mühendislik ve Ar-Ge yönetimi gibi daha “teknoloji yoğun” kültür endüstrileri de katıldı. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) 2008 Yaratıcı Ekonomi Raporu’na göre, 1996’da 227,5 Milyar dolar olan kültürel ürünler ihracatı, 2005’te 424.4 Milyar Dolara yükseldi. Dünya çapında 800 Milyar Dolara yaklaşan bir ekonomiden söz ediyoruz.
Bu ekonominin ülkelerin GSYH içindeki oranları da giderek yükseliyor (Örneğin Danimarka’da gıda üretiminin oranı 2.1, emlak sektörünün oranı 1.0 iken, kültür endüstrilerinin oranı 2.6. İngiltere, İsveç, Polonya gibi ülkelerde bu oran daha da yükseliyor).
Yaratıclık, kültür, ekonomi ve teknoloji arasında, deyim yerindeyse bir tür “yakınsama” (convergence) yaşanıyor. Bunlar arasında, ağ etkisiyle ve küreselleşme dinamikleriyle çok katmanlı bir arayüz oluşuyor. Bilginin en önemli ekonomik girdi haline geldiği günümüzde, entelektüel sermaye, yaratıclık dinamiği olarak ekonominin itici gücü haline gelmiş olan teknolojik inovasyon, ağ ekonomisi ve sınır aşan kültürel etkileşim, hep birlikte bir değerler evreni kuruyor. Bu değerler ağ üzerinde hareket ediyor ve kentlerde üretiliyor.
Kentler ekonomik faaliyetin pazaryeri olduğu kadar kültürlerin de merkezi. 21.Yüzyıl, bir “kent yüzyılı” olarak anılıyor. Dünya nüfusunun büyük bir kısmı kentlerde yaşıyor, üretiyor ve tüketiyor; ulus-devlet sınırlarını aşarak birbirileriyle daha çok ve daha yakın ilişkiler kuruyor. Kentler arası küresel diyalog giderek genişliyor, çeşitleniyor ve yeni bir paylaşım ağı doğuyor. Bu öncelikle ticari bir ağ. Küresel ekonominin odak noktaları, düğümleri olarak kent ekonomileri birbirine bağlanıyor. Ama bu, aynı zamanda yeni bir “kent kültürü”nün doğuşu anlamını da taşıyor. Kentler, yarattıkları bu yeni kültürle küresel ekonominin itici güçleri haline geliyor. Dolayısıyla kültür politikalarının, zorunlu olarak kentleşme politikalarıyla birlikte kurgulanması gerekiyor.
Bilgi ekonomisinin coğrafyasını düşünürken, düğümler ve bağlantılardan oluşan bir ağı görmek gerek. Bu düğümler, birbirine bağlı ve her biri uzmanlaşmış bir bilgi kaynağı olarak kentler… “Kent ekonomisi”nin tam anlamıyla bir bilgi ekonomisi olduğu söylenebilir, ama bazı kentler diğerlerinin önüne geçiyor. Bu “ağ-geçidi kentler” (gateway cities) küresel entegrasyonu güçlü, dünyaya havaalanları, diğer ulaşım yolları ve özellikle de bilgi-iletişim ağlarıyla sıkı sıkıya bağlı, ekonomik yoğunlaşmaları yüksek bölgeler. Kentler, küresel bilgi ekonomisinin yönlendirici dinamiği olan inovasyonun da odaklandığı alanlar. Yoğun kentsel doku ve altyapı, farklı grupların birbirlerine yakın yaşamalarını ve çalışmalarını sağlıyor; bu da onların fikir ve hizmetleri paylaşmalarını mümkün kılıyor. Bu kentsel mekân organizasyonu yeni yaratıcı yaklaşımların doğmasını tetikliyor.
Kültür endüstrileri, başlangıcından beri zaten kentleri, öncelikle de küresel ağ entegrasyonu güçlü ağ-geçidi olanları mekan tutmuş durumda. Çünkü bunlar aynı zamanda ileri teknoloji başta olmak üzere yeni gelişen sektörlerde inovasyon kapasiteleriyle öne çıkan kentler. Dolayısıyla kültür endüstrileri, bu kentlerde gelişimleri için en uygun ekosisteme sahip olabiliyorlar; alt sektörlerle etkileşimleri kolaylaşıyor; müşterilerine ve pazarlara erişim imkanları artıyor; teknolojik inovasyonun odağında yaşayarak en yeni gelişmelerden yararlanabiliyorlar; en uygun insan kaynağını buralarda bulabiliyorlar; bilgi zaten buralarda üretiliyor ve dünyanın bilgisi de buralara transfer oluyor…
Kent sermayenin tedarik edildiği ve danışmanlık hizmetlerinin sunulduğu bir pazaryeri ve farklı tipte yığın avantajlarının bir sonucu olarak,, üretim ve tüketimin çok etkili bir örgütlenme tarzı. Kent, iletişim, uzmanlık / yetkinlik ve yaratıcılık potansiyellerini bir araya getiriyor. Bu bağlamda kent ekonomisinde kültür endüstrilerinin ön plana çıkmasını da doğal karşılamak gerek. Hem, yayıncılık, müzik, medya, mimarlık, mühendislik, mimari gibi geleneksel hem de bilgi ver iletişim teknolojileri, Ar-Ge yönetimi, ağ reklamcılığı gibi teknoloji yoğun kültür endüstrileri özellikle ağ-geçidi kentlerde geliştikleri gibi, birbirleriyle yoğun bir ilişki içinde kümelenme potansiyellerini de takip ediyorlar; kent içinde “yaratıcılık adaları” oluşturarak bir araya geliyorlar, belli lokasyonlarda yoğunlaşıyorlar.
Bu bağlamda “yaratıcı küme” (creative cluster) kavramına özel bir vurgu yapmak yerinde olur. Bu terim her nekadar kültür endüstrilerinin coğrafi yoğunlaşma alanlarına ve özel nedenlerle (finansman, insan kaynağı, altyapı, kültürel atmosfer vb.) seçtikleri lokasyonlara referansta bulunsa da, giderek “kentsel inovasyon adalarını” da niteler hale geldi. Kültür endüstrilerinin seçtikleri, yoğunlaştıkları ve birbirleriyle kümelenme içine girdikleri bu lokasyonlar, aynı zamanda risk sermayesi gibi uygun kaynakları da üreten finansal kümelere, bilgi ve özellikle de ağ teknolojilerinin geliştirildiği Ar-Ge lokasyonlarına, merkezi iş alanlarına, kültür-sanat merkezlerine ve alışveriş bölgelerine de yakınlıklarıyla belirleniyor. Öte yandan, özellikle geniş alanlara ihtiyaç duyan film, video, televizyon gibi kültür endüstrileri ise, tıpkı yaşam bilimleri, enerji ve çevre teknolojileri, biyoteknoloji gibi ileri teknoloji alanlarının bilim ve teknoloji parklarında kümelenmeleri gibi, “serbest medya bölgeleri” tarzı lokasyonlar kurarak oralarda yoğunlaşıyor.
Bilgi ekonomisi odaklı yerel politikalarla girişimciliği teşvik eden, inovasyon yeteneğini geliştiren, yaratıcılığın önünü açan ve ekonomik yoğunlaşmaların mekânsal organizasyonunu doğru planlayan kentler, küresel ekonomide ciddi bir rekabet avantajı sağlıyor. Kentsel kalkınma ve büyüme politikaları, giderek kent ekonomisi odaklı olarak, bilim-teknoloji, inovasyon ve kültür politikalarını etkileşime sokuyor. Ama bütün bunlar için etkin yönetime ve iyi yönetişime ihtiyaç var. Kentsel politika, kentsel kalkınma odaklı yerel yönetim stratejileri ve ilgili tüm tarafları kapsayan bir ağ-yönetişiminin yanı sıra, bir kümelenme stratejisini de içermek zorunda… Bu kümelenme stratejisinin en önemli boyutlarından birini ise kültür endüstrileri oluşturuyor.
Yani, inovasyon odaklı olarak etkileşimli, geniş ve etkin katılımlı bir “kent ekonomi, kültür ve teknoloji politikası” yaratmak gerekiyor. Bu politika, kenti sadece ulusal değil küresel bir düğüm olarak algılamalı. Çünkü ekonomisi, kültürü ve teknolojisiyle dünyaya entegre olan bir kent, ülkenin ağ-geçidi işlevi yüklenecektir. Bu bakımdan ulusal kültür politikalarına ciddi bir işlev düşüyor.
Kültür politikalarının, makro / mikro ekonomi politikaları ve kentleşme politikalarının yanı sıra, ağlar ve kültür, yaratıcılık dinamikleri, teknolojik inovasyon ve kültür arasındaki yakınsamadan dolayı, aynı zamanda bilim-teknoloji, inovasyon ve eğitim politikalarıyla da etkileşimli hale gelmesi bir zorunluluk. Nitekim Avrupa Birliği, Lizbon programını güncelleyen “i2010” srtaejisiyle bu konuda bir adım attı ve “politika yakınsaması” kavramını geliştirdi. Ekonomi, kültür ve inovasyon politikalarını da stratejinin birer ekseni olarak tasarladı.
Bir de dönüp kendimize bakalım: Türkiye’de henüz bir “kültür politikası” bile yok! Diğer konularda ise ciddi bir politikasızlık zafiyeti olduğu söylenebilir. Yani önce bir kültür politikası oluşturmamız, sonra da iyileştirmemiz gereken diğer alanlardaki politikalarla onu etkileşime sokmamız gerekiyor. Zor iş! Kültür politikasının oluşturulması için 2005‘ten itibaren Kültür Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın bazı girişimleri var, ama bu çalışmalara sivil toplum kuruluşlarının yönetişim düzeyinde katılımı mümkün kılınmıyor. Kültür politikaları tepeden inme bir şekilde belirlenebilecek bir alan değil. İlgili tüm aktörlerin etkin katılımı bir zorunluluk. Avrupa Konseyi ile yürütülen çalışmalar bu bakımdan ciddi bir şekilde eleştiriliyor.
Neyse ki, akademik ve sivil toplum çevrelerinden bir grup, “alternatif kültür politikası” üretmek için çalışmalara başlamış durumda ve Avrupa Konseyi de bu girişimi destekliyor.
Kültür endüstrileri Türkiye’de örgütsüz, dağıtık, birbiriyle ilişkisiz ve birbirleri hakkında neredeyse düşmanca bir algıya sahip. Sanatçılar modaya dudak büküyor, moda medyaya gönül indirmiyor, mimarlık hepsine tepeden bakıyor, müzeler ve galeriler sırça ve yoksul köşklerinde düşkün asilleri oynuyor, teknolojiyle uğraşanlar ise kültürsüzlüğü erdem bellemiş, reklamcılar sadece işine bakıyor… Kültür endüstrileri ciddi bir büyüklük ve büyüklüğüne uygun bir aktör gibi davranmak, kültür politikasının oluşturulmasında taraf olmak zorunda…